LADİKLİ AHMED AĞA (K.S) KİMDİR!

1304 (1888) yılında Konya Vilayetinin Sarayönü Kazasına bağlı, Lâdik (Halıcı) Kasabasında dünyaya gelir. Babasının adı Mehmet, annesinin adı Emine'dir. Yusuflar Sülâlesindendir. Üç erkek bir kız olmak üzere dört kardeştir. Yıllarca çobanlık yaptığından dolayı muhitinde ÇOBAN AHMET olarak tanınmıştır. Sonradan Elma soyadını almıştır. Manevi bir yolla kendisine Hüdâî adı verilmiştir: Ol Mevla’m koymuştur Hüdâî adım Melekler ederler gökte feryadım Mevla’mın aşkından almışım tadım Yansa da ayrılmaz haktan Hüdâî

YAŞAM - 2025-11-28 17:39:54

AsrınHızır Dostu Ladikli Ahmed Ağa

LADİKLİ AHMED AĞA (K.S) KİMDİR! (1)
(Doğumu : Ladik/Konya, 1888; Vefatı : Ladik, 1969)
1304 (1888) yılında Konya Vilayetinin Sarayönü Kazasına bağlı, Lâdik (Halıcı) Kasabasında dünyaya gelir. Babasının adı Mehmet, annesinin adı Emine'dir. Yusuflar Sülâlesindendir. Üç erkek bir kız olmak üzere dört kardeştir. Yıllarca çobanlık yaptığından dolayı muhitinde ÇOBAN AHMET olarak tanınmıştır. Sonradan Elma soyadını almıştır. Manevi bir yolla kendisine Hüdâî adı verilmiştir: Ol Mevla’m koymuştur Hüdâî adım Melekler ederler gökte feryadım Mevla’mın aşkından almışım tadım Yansa da ayrılmaz haktan Hüdâî Hatice Hanımla evlenmiştir. İkisi oğlan dördü kız olmak üzere altı tane çocuğu vardır. Hâlâ hayatta olan çocuk ve torunları vardır. Okur Yazarlığı Hikmeti ilahi ÜMMÎDİR (Okuma yazması yoktur). Bu durumunu şu beytinde dile getirmektedir: Bir Üstaddan okumadım, yol nedir erkân nedir.İım-i Zahir okumadım, kalpteki bürhan nedir. Ey beni yaratan Hüda’m, cümle bilgi sendedir. Dertliler geldi kapına, hem dermanı sendedir. İmzasını atamadığı için mühür kullanırdı. Mektuplarını kâtipleri yazardı. Bir arkadaşından mektup geldiği zaman kâtiplerine okuturdu. Cevabî mektuplarını da yine onlara yazdırırdı. Dinî kültürü hakkında “Allâh ondan razı olsun, ben dinimi diyanetimi tabur imamımızdan öğrendim” demiştir.
Askerliği!
Yirmi altı sene askerlik yapmış bir İstiklâl Savaşı gazisidir. Kanal Harekâtı’nda İngilizlere karşı arkadaşları ile birlikte harp ederken, sağ omzundan hilâl şeklinde yaralanır. En yakın dört arkadaşının kahramanlıklarını ve şehit düşüşlerini yaralı bir vaziyette seyreder. Sonra oraları düşman istilâ eder. Düşman askerleri,yaralı askerlerimizi, “Ölmeyen kalmasın!” diyerek süngülerler. Bu esnada Ladikli Ahmet Ağa başını bir şehidin kolunun altına sokar. Düşmanlar, “Hiç diri asker kalmadı.” diyerek uzaklaşıp giderler. Orada, aç susuz yaralı bir vaziyette kalır. O anda bulunduğu yeri de düşman işgal etmiştir. Ellerini açarak yalvarır: “Allah’ım, beni düşman eline bırakma!” Cenâb-ı Hakk’ın izniyle Hızır aleyhisselâm atıyla gelir. Ladikli Ahmet Ağa'ya matarasından bir bardak aşk şerbeti içirir. Ancak yarısına kadar içer, tamamını bitiremez. Şerbeti içtikten sonra açlığı ve susuzluğu bir anda gider. Yaranın verdiği ağrı ve hâlsizlik de son bulur. O zaman dili söylemeye başlar: Ne garip garip bakan Tîh’le Tûr’aÖmründe kuş bile uçmadı bura Seni Hakk’a yaklaştırdı bu yara Yansa da ayrılmaz Hakk’tan Hüdâî Aşk elinden içtim aşkın dolusun Yalvar Ahmet sen Rabb’ının kulusun Hak yolunda arzuhâlin bulunsun Yâ Muhammed sen hidâyet gülüsün Hızır aleyhisselâm, “Gel seni hastaneye götüreyim.” deyip atına bindirir ve Kudüs’teki hastanenin kapısına getirir. Hızır aleyhisselâm, "Seninle arkadaşlığımız bundan sonra da devam edecek." deyip oradan uzaklaşır gider. Hastanedekiler, yaralı asker gelmiş diyerek onu içeri alırlar.Biraz sonra hastanenin içerisi türüm türüm kokmaya başlar. “Bu nasıl askermiş!” deyip, elbiselerini, potinlerini koklarlar. Ladikli Ahmet Ağa ise hastanede tedavi olduktan sonra tekrar cepheye koşar: Ladikli Ahmet Ağa askerlik hatıralarını anlatırken şöyle demişti: “Cephenin birisinde arkadaşımla birlikte düşmana esir düştük. Esir kampı dağlık bir yerdeydi. Etrafı nöbetçilerle doluydu Arkadaşım bana gelerek, ‘Ahmet.. İkimizin de burada esir durması vatanımız için zararlıdır. Ben nöbetçileri meşgul edeyim. Sen kaç, kurtul, cepheye git.’ dedi. Ben de ona, ‘Senin yapacağın işi ben yapayım.’ dedim. Arkadaşım, ‘Yâ Allah bismillah!’ deyip yanımdan kayboldu. Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra arkadaşımla buluştuk. Allah'a şükürler olsun ikimiz de esirlikten sağ salim kurtulduk.Seferberlikte değil insanlar, hayvanlar bile açtı. Kazanın içerisinde koskoca bir kemik kaynardı. Havada uçan kuşlar yemeğe hücum etmesinler diye kazanın başında eli sopalı muhafızlar bulunurdu.
(Osman Nuri Topbaş Hoca Efendi’den)

                                                          

“Kimseler bilmez benim işimi…
Bu aşkın yoluna koydum başımı”
Ladikli Ahmed Ağa

Konya ellerindeyim… Büyük evliya Mevlana hazretlerinin manevî huzurundayım. Burada ağaçlar, çiçekler, böcekler insana gülümsüyorlar. Türbenin taşları şükür etmede, havuzun suları Kur’an tilavetiyle cennet esintileri yaşatmakta. Dallardaki kuşlar zikirleriyle ona eşlik etmekte. Bu bahçede her şey O’nu söylemekte…

İman edip hayırlı ameller işleyenler için Konya, öz vatanın özlemini duyurmakta… Kimilerine velilerin menkıbelerini anlatan bu güzel şehir, kimilerine ise daha fazlasını fısıldamakta…

Nasibimize ne düşer, ne kadar düşer bilemiyorum ama evliyaların gezindiği bu sokaklarda edep kurallarını tarumar etmeden yürüyebilirsek, bu şehrin sahibi bize de bir lütufta bulunacaktır elbette.

Günlerce, aylarca bekledikten sonra, kalemi defalarca elime alıp da bir kelime olsun yazmadan geri bıraktığım çok oldu. 1888 yılında Ladik’te doğan Konya velilerinden Ladikli Ahmed Ağa’dan bahsedeceksem, en ufak bir edepsizlik yapmamalıydım. Sabretmeliydim, zamanını beklemeliydim.

Ladikli Ahmed Ağa bir şiirinde; “Gecelerde eser senin yellerin” dediğine göre o vakit, bir gece vakti olmalıydı. Evet evet, eğer izin çıkarsa bir gece yarısında harfler kalemimin ucundan dökülüverirdi. Yok, çıkmazsa bir mani, bir engel mutlaka olurdu.

Zamanı gelmeden bu işe koyulursam belki en hassas yerimden bir şefkat tokadı yer, bir daha asla vakitsiz çiçek açmamayı öğrenirdim. Onun için hiç acele etmedim. Önce hakkında yazılan bazı makaleleri okudum. Sonra yakın dostu merhum Tahir Büyükkörükçü Hoca’nın vaazlarındaki ilgili yerleri ve oğlu Abdurrahman Büyükkörükçü Hoca’nın her sene Ladik Kasabası’nda yapılan anma merasimlerindeki konuşmalarını izledim.

Daha başka zatların, ilgili konuşmalarını da dinledim, fakat bu iki ismi özellikle zikrettim çünkü onların naklettiği bilgilerin referans değeri benim için oldukça yüksek…

Ldikli Ahmed Ağa

Elma ve helva

Bu zata olan ilgime gelince, ferman dinlemeyen bir gönlün sebep belirtmeksizin yönelişinden ibarettir. Yirmili yaşların ortalarındayken ismini duyduğumdan beridir kendisini ruhuma yakın hissederim.

Bu güzel insanın savaş zamanında madalyasını madalyası olmadığı için ağlayan bir askere hediye ettiğini ve yine o açlık günlerinde yemeğini bir köpekle paylaştığını öğrenince ona olan sevgimin boşuna olmadığını anladım. Kalpten kalbe giden yollar boş değildir sevgili okuyucu!

Eşrefoğlu Rumi’den bahseden yazımda, Hızır aleyhis selam ile ilgili bir elma ve helva kıssası anlatmıştım. Elma ve helvanın Allahu âlem birer sembol olabileceğini söylemiş idim. O yazıdan birkaç zaman sonra şimdi yeni öğreniyorum ki Ladikli Ahmed Ağa o devirde “Elma” soyadını almış. Bu benim için sübjektif de olsa bir anlam ifade ediyor.

Bakalım bunun gibi işaretlerle başka hangi zatlarda karşılaşacağız? Bu sembollerin peşinden gitmeye devam edeceğiz. Nerelere ulaşacağımızı inanın ben de sizin gibi bilmiyorum. Aciz bir kulum. Şimdi sizlere dilimin döndüğünce bu güzel zattan bahsetmeye çalışacağım.

Kışın ortasında yaz meyveleri

Bir şiirinde “Ol Mevlam koymuştur Hüdai adım./ Melekler ederler gökte feryadım” diyerek bir adının da Hüdai olduğunu ifade eden Ladikli Ahmed Ağa aşkla söylenen şiirlerinin yanı sıra daha çok yüzlerce insanın şahit olduğu kerametleri ile tanınan üveysi meşrepli bir zattır. Yani tarikat şeyhi veya dervişi olmayan, bu yolda bir mürşide bağlanmaksızın yürüyen bir velidir.

“Bir üstadtan okumadım/ Yol nedir, erkân nedir?/ İlm-i zahir okumadım./ Kalpteki burhan nedir?” mısralarından da anlaşılacağı üzere kendisi okuma yazması olmayan, Kur’an okumayı dahi bilmeyen ümmi bir kimsedir. Onun en çok bilinen ve dikkat çeken özelliği Hızır aleyhis selam ile olan dostluğudur. Kendisi dostunun kim olduğu konusunda isim vererek konuşmamış, genellikle ondan “Hocam” diyerek bahsetmiştir.

Yaşadığı küçük köy evinde, gece gündüz hiç misafiri eksik olmayan Ladikli Ahmet Ağa, anlatıldığına göre gecenin bir yarısında misafirlerinin yanından ayrılarak kimsenin bilmediği bir yere gider, sabaha doğru tekrar geri döner, nereye gittiğini soranlara da “vazifeye çağırmışlardı” dermiş. Bazılarına da daha fazlasını anlatır ve geceleyin dolaştığı uzak diyarlardan bahsedermiş.

Seracılığın henüz olmadığı o yıllarda kendisini ziyarete gelenlere, kışın ortasında yaz meyveleri ikram ettiği çok olmuş. Mesela merhum Tahir Hoca buna şahit olanlardan birisidir. O bir vaazında ona misafir olduğu bir gece, kışın ortasında elindeki sepetle taptaze üzümler getirdiğini, dışarıda kar kıyamet varken bu üzümleri beraberce yediklerini anlatmıştır.

Abdurrahman Büyükkörükçü

Anahtar
Onun o kadar çok kerameti vardır ki onları inkârı kabil olmayacak sayıda kişiler nakletmiştir. Abdurrahman Hoca bir sohbetinde onu tanıyıp da yaşı müsait olanların mutlaka onun kerametlerini gördüklerini söyler. Evliyanın kerametlerinin Resulullah’ın hatırına gerçekleştiğini, sanki onun mucizelerinin bir devamı olduğunu söyleyen Abdurrahman Hoca sözlerinin devamında babasının kendisine anlattığı şöyle bir anıyı nakleder:

“Bir gün bir ağabeyimiz babacığıma gelmiş; ‘Hocam ben yeni bir araba aldım, arzu ediyorum ki bununla Ladikli Ahmed amcamızı ziyaret edelim.’ Bunun üzerine ziyareti yapmış, hoş saatler geçirmişler. Tam çıkacakları zaman o ağabeyimiz cebinde arabanın anahtarı olmadığını fark etmiş. Bu abimiz, Ladikli Ahmed Ağa’yı görmenin heyecanıyla olsa gerek, koltuğun üzerine düşürmüş anahtarı… Kapıyı da dışarıdan bilmeden kilitlemiş. Sohbetten sonra bakıyorlar ki anahtar arabanın içinde… O ağabeyimiz ‘eyvah’ diyor; ‘Şimdi açmak için kilidi bozacağız’…  Uğraşıyorlar, açamıyorlar. ‘Acaba şu küçük camı mı kıralım’ falan diye düşünürken Ladikli Ahmed Ağa yanlarına geliyor; ‘Hayırdır, nedir bu telaşınız?’ diyor. Meseleyi anlatıyorlar. ‘Dur bakalım, telaş etmeyin’ diyor ve kuşağından küçücük bir çakı çıkartıyor, babacığıma veriyor; ‘Tahir Hoca evladım, bununla aç kilidi’ diyor. Babacığım bıçağı kilide takıyor, bismillah deyip tık diye çevirince kilit açılıyor. Daha sonra bu ağabeyimiz; ‘Benim arabam böyle kel bir çakı ile açılıyor muymuş?’ diye düşünerek evdeki bütün bıçakları kapıda deniyor ama hiçbiri ile açamıyor. Anlıyor ki keramet Hacı babamızın bıçağı ile Allah’ın lütfundaymış. Müfettihal ebvab olan Allah isteyince bütün kapılar açılıyormuş.”

Onunla uzun yıllar dostluğu olan Tahir Hoca müftülük vazifesine atanması ile ilgili olarak da Ahmed Ağa’nın bir kerametine şahit olmuştur. Kendisi bu anısını şöyle anlatır: “Ellili yıllardı, bir gün sohbetimizde Konya müftülüğünden söz açılınca; ‘Bir gün gelecek sen de inşallah Konya Müftüsü olacaksın hocam’ dedi bana. ‘Bu kadar âlim hoca varken. Ben onlara abdest suyu dahi dökemezken, nasıl olur da müftü olurum’ dedim. Ve gün geldi Konya müftüsü olduk.”

Tahir Büyükkörükçü

Yetmiş gün

Tahir Hoca bir başka anısını şu cümlelerle nakleder: “Yine bir gün ziyaretine geldim. Odasına doğru ilerlerken bana: ‘Tahir Hocam sizi kederli görüyorum’ dedi. Ben de ‘Biliyorsun altı aydır vaaz edemiyorum. Vazifeden alındım. Hakkımda tahkikat açtılar’ dedim. O da bana: ‘Yetmiş gün daha sabret, iki buçuk ay sonra vazifene döneceksin. Eğer ben hastalanırsam divandaki arkadaşlara vasiyet edeceğim. Vesikanı inşallah alacağız’ dedi. Mahkemeyi kazandık, yetmiş gün sonra vazifeye döndüm.”

Kerametlerinden bahsedenler arasında ünlü tarihçi Kadir Mısıroğlu da vardır. O da bir sohbetinde 1960 darbesinden önce Ladikli Ahmed Ağa’nın darbenin olacağını önceden haber verdiğini anlatmıştır. Yine bu konuşmasında onun Hızır aleyhis selam’ın dostluğuna mazhar olmuş bir Allah dostu olduğunu ifade etmiştir.

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’nin takipçilerinden Hüseyin Kumaş Hoca da bir sohbetinde, Ladikli Ahmed Ağa’dan bahsetmiştir. Onu Ladik’te ziyaret ettiğini, bu ziyareti esnasında Ahmed Ağa’nın Afyon’daki bir talebe yurdunu sanki görmüş gibi kendisine tarif ettiğini anlatmış, anlattıklarının da aynen doğru olduğunu söylemiştir.

Bunun gibi sayısız kerametleri olan Ahmed Ağa’yı, Ramazanoğlu Sami Efendi ve Hacıveysizade Efendi gibi birçok maneviyat büyüğünün yanı sıra Ali Ulvi Kurucu gibi birçok arif ve fazıl kişiler de ziyaret etmişlerdir. Bu güzel zatların hüsnü şahadetleri bile tek başına onun ne kadar doğru sözlü ve muteber birisi olduğunun şahidi olsa gerektir.

Ona yetişenlerden birisi de mesnevihanlık geleneğinin son halkası merhum Şefik Can Dede’dir. O da Ahmed Ağa’yı Ladik’teki evinde ziyaret etmiştir. Şefik Can Dede, bu ziyaretinde Ladikli Ahmed Ağa’nın kendisine anlattığı şu sözleri nakleder:

“Seferberlik zamanında Gazze’de savaşıyorduk. Düşman bizi muhasara altına aldı. Bir hafta boyunca ne su, ne yiyecek bulabildik. Daha sonra yardım ulaştı, kazanlar kaynamaya başladı. Yemek dağıttılar bize. Bir ekmeğin içine tahin koymuşlardı. Ben, ekmeği ısırdım, bir lokma ağzıma aldım. O sırada karşımda, bir deri bir kemik kalmış bir köpek gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Biraz ekmek bölüp ona attım. Yanımdakiler: ‘Ahmed delilik etme, ye yemeğini’ diyorlardı. Ancak benim gönlüm bu hale elvermedi. Bir lokma kendim yedim, bir lokma köpeğe verdim. Gece uykuya dalınca Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem teşrif ettiler, sırtımı sıvazlayıp: ‘Ahmed! Evladım, ben seni sevdim’ buyurdular. Daha sonra uyandığımda Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem’e karşı büyük bir aşk başladı içimde. O günden beri bu haldeyim.”

İlk tanışma

Ladikli Ahmed Ağa’nın hocası Hızır aleyhis selam ile tanışmasına gelince, Mustafa Özdamar’ın hakkında yazmış olduğu kitapta bu konu özetle şöyle anlatılır: Meşhur Kanal Harekatı esnasında Ahmed Ağa, Gazze dolaylarında İngilizlerle cenk ederken bağlı bulunduğu birlik İngilizler tarafından pusuya düşürülür ve birliğin tamamı makineli tüfeklerle taranır. Kendisi yaralı vaziyette yatmaktayken, şehid olan arkadaşları da üzerine bir bir yığılır. Düşman askerleri onların hepsinin öldüğünü zannederek oradan ayrılırlar.

Ahmed Ağa bir taraftan susuzluğun, bir taraftan da yaralarının verdiği ıstırapla bu çöllerde öylece Mevla’sına kavuşmayı beklemektedir. Tam ümitlerin tükendiği bir anda, kanlar içerisinde mecalsiz bir vaziyette yatmaktayken güneşin vurduğu yerden beyaz atıyla mübarek bir zat belirir. Şefkatli bir sesle; “Es selamu aleykum! Ahmed ne oldu yaralandın mı?” diyerek atından inip onun yanına gelir. Üzerindeki şehid bedenlerini bir bir kaldırdıktan sonra dolu bir matara ile ona su ikram eder. Mübarek ellerini yaralarının üzerinde gezdirdikçe sızıları hafifler.

Sonra onu atının terkisine alır ve üç günlük mesafede bulunan Suriye sınırındaki seyyar bir hastaneye kısa bir sürede götürür. Ahmet Ağa bu zata; “Efendim sizi bir daha görebilecek miyim?” der. O da: “Ahmed! Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok, öyle yaşamazsan, bu son görüşmemizdir” dedikten sonra ona şunları tembihler: “Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün dersin. Hadiseyi nöbetçi subaya anlat, benim de selamımı söyle!”

Kısa bir müddet sonra askerler bir sedyeyle gelip onu karargâha taşırlar. Askerler onun üç günlük yoldan geldiğine inanamazlar ve isteği üzere nöbetçi subaya götürürler. Hal ehli âşık bir kimse olan nöbetçi subay, Ahmet Ağa’yı dinler ve ona inanır. Hemen onu tedaviye sevk eder. Tedavi eden doktor da işin farkına varır ve ona inanmayanlara; “Sizin burnunuz hiç koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde böylesi güzel bir koku duydunuz mu?” diye çıkışır.

Yaralı olduğu bu süre zarfınca o mübarek zat iki kere gelir ve onu; “Ahmed, merak etme seni tekrar gelip göreceğim” diyerek teselli eder.

Ladikli Ahmed Ağa

On iki kurt

İyileştikten sonra memleketi Ladik’e geri gönderirler. Artık Ladikli Ahmed Ağa’ya bir haller olmuş, aşk ateşi ile yanıp tutuşmaya başlamıştır. Uzun yıllar geçmesine rağmen hocasını bir daha göremediği için de büyük üzüntü ve keder duymaktadır.

Hüzünle çevrelenmiş bu aşk ateşi ile evde duramaz hala gelir. Kar kış dinlemeden dağlarda ovalarda gezip dolaşmaya başlar. Bir kış gününde dağda tam on iki tane kurtla karşılaşır ki Allah’ın inayeti ile ona ilişemezler. Bu on iki kurt aslında bu hallerin on iki yıl kadar süreceğine delalet eden bir remizdir. On iki yılın sonunda nihayet beklenen o an gelir ve hocası ansızın teşrif buyurur. O günden sonra hocası artık ona sık sık uğrayacaktır.

Zaman gelecek onu odasında ziyaret edecek, zaman gelecek onu adını duymadığı diyarlara götürecektir. Artık Ahmed Ağa gah Mekke’dedir, gah Hindistan’da, gah Endonezya’dadır, gah başka bir yerde… Kimi zaman da hocasıyla iç yüzünü bilmediğimiz manevi toplantılara katılacaktır.

Hocasına öylesine alışacaktır ki onu bazı zamanlar göremese evinin damına çıkıp orada bekleyecektir. Beklerken de yanık sesiyle hasret kokan kasideler okuyacaktır. Yine böyle onu göremediği bir günde, özlemini şu dizelerle ifade etmiştir: “Bilirim ki ölüp türab olmadın./ Cihanı gezdirdin ücret almadın./ Şimdiye kadar böyle geç kalmadın./ Çıkıp yollarını bekler bu Ahmed.”

Ladikli Ahmed Ağa zuhurat ehlidir. Zuhuratla konuşur, zuhuratla susar. Bu konuları da çoğu zaman gizler. Kimi zaman da “söylememe izin verildi” diyerekten bazı kimselerle paylaşır. Kimileri ona inanırken, kimileri de onun insanları kandırdığını düşünür. Ne yapsın bazı zavallılar, böylesine saf ve temiz bir insandan yalan sadır olmayacağını idrak edememiştir.

Bir seferinde böyle nasipsiz iki üniformalı onu alır ve sorgulamaya götürürler. “Her gece Mekke’ye gidiyormuşsun, hadi herkesi kandırdığın gibi bizi de kandır bakalım” diyerek ona ilişirler. Onların çirkin sözlere bir müddet sabreder. Onlar sözlerinde ısrar edince, celalli bir hal sadırolur ve onlara adeta bir ok fırlatırmış gibi şu dizeleri okur: “Ben de âşık oldum Mekke iline/ Canım kurban olsun hakkı bilene,/ Benle alay edip şöyle gülene/ İntizar edersem başka hal olur.” Bunun üzerine onların kalplerine bir korku düşer ve endişelenerek onu aldıkları yere geri bırakırlar.

İncinin peşinde

Sevgili Okuyucu! Bizim burada anlattıklarımız bizzat görerek tanık olduğumuz şeyler olmasa da doğruluğuna güvendiğimiz kaynaklardan nakil ettiğimiz sözlerdir. Bilhassa Hızır aleyhis selam hakkında bunun dışında bir şeyler söylemeye ne haddimiz ne de hakkımız vardır.

Hızır aleyhis selamı dilimize pelesenk etmek, sahte bir gizem havası oluşturarak bilmediğimiz bir iklimden bahsetmek bizim gibi bir mücrim için bir hadsizlik olur. Onun ismini öyle rasgele ağzımıza almamız caiz değildir. Ancak belirli ölçüleri aşmadan bir şeyler anlatabiliriz.

Malumunuz çevremizde etrafımızda, insanların merak duygularını suiistimal eden, gizemleri kullanarak sözlerine dikkat çeken bir sürü zayıf karakterli insanın olduğu bir gerçektir. Birçokları da bunu bir takım maddi kazançlar için yapıyorlar. Şükür ki Yüce Allah bu tür insanların simalarına meymenetsiz bir ifade koymuş da ehli firaset sayesinde onların tuzaklarına yakalanmıyoruz. Böyle şeylerden ve her türlü haddini bilmezlikten Allah’a sığınıyoruz.

Bu dua ve niyazdan sonra, şimdi de torunu Mehmed Elma’nın bir anma merasimindeki konuşmasından faydalanarak biraz da onun ahlakı üzerinde durmak istiyoruz.

Onun ahlakını incelerken en başta gözümüze üç kavram çarpıyor. Birincisi ibadet, ikincisi aşk, üçüncüsü gözyaşı… Yunus Emre’nin; “Hakka âşık olan kişi/ Akar gözlerinin yaşı” diyerek ifade ettiği gibi, onun az gülüp çok ağlayan, az uyuyup çok ibadet eden bir zat olduğunu görüyoruz.

Mehmed Elma’nın şu sözleri bu tespitimizi doğruluyor: “Çocukken bazı geceler dedem bizi odasında yatırırdı. Ne zaman gözümüzü açsak, dedemizi ya abdest alırken, ya namaz kılarken ya da bir köşede ağlarken görürdük. Namaz ve abdest konusunda çok hassastı. Abdest alırken çok emek sarf ederdi. Namaz kılarken gördüğümüzde sanki hiç bitmeyecekmiş gibi zannederdik. Bütün namazlarını cemaatle kılmayı ve camiye on beş dakika kadar erken gitmeyi adet edinmişti. Camiye gidip gelirken de daima yere bakarak yürür, sanki bir şeyler kaybetmiş de onu arıyormuş gibi düşünceli bir hali olurdu. Daima ciddî, vakur ve daima tefekkürlü bir hâl üzereydi.”

Onun ahlakının bir diğer önemli unsuru da misafirperverliğidir. Kırk yıl evine geceli gündüzlü misafir geldiği halde hiçbir zaman bu durumdan şikâyetçi olmamıştır. Aynı hassasiyeti hanımı da göstermiş, bir sefer olsun yüzünü ekşitmemiştir. Allah’a hamd olsun ki bu aile Sevgililer Sevgilisi’nin; “Misafir istemeyende hayır yoktur” buyruğunu işitmiş ve ona göre amel etmiştir.

Bu evde her daim misafirlerin baş tacı edildiğini, yemeklerin önce misafirlere ikram edildiğini, sonra kalanların şifa niyetiyle evin çocuklarına yedirildiğini söyleyen Mehmed Elma’nın şu sözü Ladikli Ahmed Ağa’nın ve bu ailenin nimete bakışını çok güzel özetlemektedir: “Ailemizde bu kalan yemekler artık olarak değil rahmet ve bereket olarak görülürdü.”

Gelen misafirler içerisinde hacılar, hocalar, şeyh efendiler, arif ve fazıl zatlar olduğu halde, Ladikli Ahmed Ağa bu insanların gözdesiyken bir sefer olsun kibre kapılmamıştır. Dahası Hızır aleyhis selam ile müşerref olduğu halde kendisini hep günahkâr bir kul olarak görmüştür.

Ziyaretine gelenlerden Şefik Can Dede’nin naklettiğine göre Ahmet Ağa kendisine; “Bende bir hal yok, ben ümmi bir çobanım” demiştir. Yine başka bir ziyaretçisine; “Seksen yaşımdayım, ömrümüzü boşa geçirmişiz” diyerek iyi bir kul olamadığından dem vurmuştur.

Genellikle sohbetlerinin ve aşkla söylediği beyitlerinin ardından kullandığı şu ifadeler ise ondaki tevazuu göstermesi açısından manidardır:  “Allah hakkımızda hayırlısını versin! İmanımı kurtarabilirsem ne mutlu bana.”

Onun ahlakını taçlandıran en önemli unsurlardan biri de sağlam bir ümmet şuuruna sahip olmasıdır. Müslümanların dertleriyle dertlenen, üzüntüleriyle kederlenen bir yapısı vardır. Mehmed Elma’nın anlattığına göre Mısır’daki İslâm âlimlerinin asılması hadisesinden dolayı müteessir olmuş ve iki gün hasta yatmıştır.

8 Haziran 1969 tarihinde sevgilisine kavuşan Ladikli Ahmed Ağa dünya metaına gözünün ucuyla dahi bakmamıştır. Riyadan ve gösterişten uzak durmuş, öyle ki mezarının bile sade olmasını vasiyet etmiştir.

Bugün ondan hatıra olarak, yanık sesiyle okuduğu kasidelerin ses kayıtları ve misafirlerini ağırladığı köy odası kalmıştır. Bunun dışında evladı Zekariya’ya bazı özel emanetler bırakmıştır ki onları vefatından kısa bir süre sonra birisinin yüzü tamamen kapalı olmak üzere üç kişi gelip almıştır.

Lâdikli Ahmet Hüdâî'nin Yaşadığı Ev Restore Ediliyor

Konya Büyükşehir Belediyesi, Konya'nın manevi mimarlarından Lâdikli Ahmet Hüdâî'nin yaşadığı evi restore ederek gelecek kuşaklara aktarmak için çalışma başlattı.

Konya’nın bütün ilçelerinde tarihi eserlere sahip çıkarak gelecek kuşaklara aktarmak için çalışma yürüten Konya Büyükşehir Belediyesi, Sarayönü ilçesine bağlı Lâdik Mahallesi’nde tarihi mirasa sahip çıkıyor.

Sarayönü’nde İlçe Buluşması kapsamında gittiği Lâdik Mahallesi’nde Lâdikli Ahmet Hüdai’nin yakınlarını ziyaret eden Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek, Konya’nın manevi değerlerinden Lâdikli Ahmet Hüdâî Hazretleri’nin evinin restore edilerek gelecek kuşaklara aktarılacağını söyledi.

KÜLTÜR VE İNANÇ TURİZMİNE KATKI SAĞLAYACAK

Konya merkez ve ilçelerde yürüttükleri “Tarihe Vefa” projesi kapsamında Lâdik’teki evin restorasyonuna yönelik gerekli çalışmanın başlatıldığını kaydeden Başkan Akyürek, “Sarayönü Belediyemiz tarafından kamulaştırılması yapılan bina, yapılan protokol kapsamında 20 yıl süreliğine Büyükşehir Belediyesi’ne devredildi. Restorasyon uygulaması öncesi rölöve, restitüsyon, restorasyon, rekonstrüksiyon ve çevre düzenleme projeleri hazırlatılan Lâdikli Ahmet Hüdâî Evi’nin projeleri, Koruma Kurulu’na onaylatılarak uygulamaya hazır hale getirildi. Yapılacak çevre düzenleme çalışmasıyla beraber bir bütün olarak değerlendirilecek olan binanın çevresindeki yaklaşık bin 400 metrekarelik alanın kamulaştırılması da tamamlandı. 2017 yılı içerisinde ihalesi yapılacak olan binanın, en kısa zamanda restorasyon çalışmalarına başlanacak. Restorasyon ve çevre düzenleme çalışmalarının akabinde içerisinde Lâdikli Ahmet Hüdâî Hazretleri’nin hayatından kesitlerin yer alacağı küçük bir “Kültür Evi” tarzında fonksiyon kazandırılacak bina, şehrimizin inanç ve kültür turizmine de kazandırılmış olacak” dedi.

BÜYÜKŞEHİR TARİHE VEFASINI GÖSTERİYOR

Geniş bir avlu içerisinde bodrum üzeri zemin kat olarak inşa edilen binada, ana yapım malzemesi olarak taş ve kerpiç kullanılmış, iç mekânlarında ise ahşap malzeme tercih edilmiş. II. Derece Arkeolojik Sit alanı olarak tescil edilen Lâdik Höyük üzerinde Ulu Camii’nin batısında yer alan bina, plan ve mimari özellikler bakımından incelendiğinde geleneksel Konya evlerinde olduğu gibi iç sofalı plan düzeninde inşa edilmiş.

LÂDİKLİ AHMET HÜDÂÎ HAZRETLERİ KİMDİR?

Konya’nın manevi mimarlarından Lâdikli Ahmet Hüdâî Hazretleri, 1888 yılında Konya’nın Sarayönü İlçesi’ne bağlı, Lâdik (Halıcı) Mahallesi’nde dünyaya geldi. 26 sene askerlik yapmış bir İstiklâl Savaşı gazisi olan Ladikli Ahmet Hüdai, vatanın kurtuluşundan sonra askerden bir gazi olarak memleketi Lâdik’e döndü ve vefatına kadar burada örnek bir şahsiyet olarak yaşadı. Geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan Lâdikli Ahmet Hüdâî Hazretleri, halk arasında uzun süre çobanlık yaptığı için “Çoban Ahmet” ya da “Lâdikli Ahmet Ağa” olarak tanındı. 8 Haziran 1969 günü vefat eden hak dostu Lâdikli Ahmet Hüdâî Hazretleri’nin mezarı Lâdik Mezarlığı’ndadır.

Üveysi veli Ladikli Ahmet Hüdai Hz.'nin daha önce okuyup çok etkilendiğim askerlik hikayesini dün gece yeniden farklı kaynaklardan okuyarak sizin için de derleme yaptım. Bu kadar özetleyebildim. Oldukça uzun fakat okuduğunuzda eminim değerdi diyeceksiniz. Gecenin üçünde göz yaşlarıyla okudum.
Himmetleri, ruhaniyetleri üzerimize olsun inşaAllah. Amin Ya Rab'bi!..
Ladikli Ahmet Hüdai Efendi'nin Hikayesi
Ol Mevla’m koymuştur Hüdâî adım
Melekler ederler gökte feryadım
Mevla’mın aşkından almışım tadım
Yansa da ayrılmaz haktan Hüdâî
Bir Üstaddan okumadım, yol nedir erkân nedir.
İlm-i Zahir okumadım, kalpteki bürhan nedir.
Ey beni yaratan Hüda’m, cümle bilgi sendedir.
Dertliler geldi kapına, hem dermanı sendedir.
26 sene askerlik yapmış bir İstiklâl Savaşı gazisidir. Kanal harekâtında İngilizlere karşı arkadaşları ile birlikte harp ederken, sağ om­zundan hilal şeklinde yaralanır. En yakın dört arkadaşının kahramanlıklarını ve şehit düştüklerini ya­ralı bir vaziyette seyreder. Sonra oraları düşman istila eder. Düşman askerleri yaralı askerlerimizi ‘ölmeyen kalmasın’ diyerek süngülerler. Bu esnada başını bir şehidin kolunun altına sokar. Düşmanlar hiç diri asker kalmadı diyerek uzaklaşıp giderler.
Orada, aç susuz yaralı bir vaziyette birkaç gün kalır. O anda bulunduğu yeri de düşman işgal etmiştir. Ellerini açarak yalvarır: “Allâhım! Beni düşman eline bırakma.” Cenabı Hakkın izniyle Hızır Aleyhisselâm atıyla gelir , matarasından bir bardak aşk şerbeti içirir. Ancak yarısına kadar içer, tamamını bitiremez. Şerbeti içtikten sonra açlığı ve susuzluğu bir anda gider. Yaranın verdiği ağrı ve hâlsizlik de son bulur. O zaman dili söylemeye başlar:
Ne garip garip bakaň Tih ile Tûr’a
Ömründe kuş bile uçmadı bura
Seni Hakk’a yaklaştırdı bu yara
Yansa da ayrılmaz Hakk’tan Hüdâî
Aşk elinden içtim aşkın dolusun
Yalvar Ahmet sen Rabbıyın kulusun
Hak yolunda arzuhâlin bulunsun
Ya Muhammed sen hidayet gülüsün
“Gel seni Hastaneye götüreyim” deyip atına bindirir ve Kudüs’teki hastanenin ka­pısına getirir. Hızır Aleyhisselâm “Seninle arkadaşlığımız bundan sonra da devam edecektir” deyip oradan uzaklaşır gider. Hastanedeki­ler yaralı asker gelmiş diyerek içeri alırlar. Biraz sonra hasta­nenin içerisi türüm türüm kokmaya başlar. Bu nasıl askermiş diyen, elbiseleri­ni, potinlerini kokluyorlar. Hastanede tedavi olduktan sonra tekrar cepheye koşuyor:
Seferberlikte değil insanlar, hayvanlar bile açtı. Kazanın içerisinde koskoca bir kemik kaynar. Havada uçan kuşlar yemeğe hücum etme­sinler diye kazanın başında eli sopalı muhafızlar bulunurdu. Önümüze getirip koydukları zaman, iki kaşık şıkırtısından sonra hemen tüke­nirdi. Topla tüfekle harp etmek şöyle dursun. Süngü harbi yapardık. Süngü süngüye geldiğimiz zaman, düşman elektrik çarpmış gibi o­lurdu. İçimizde öyle yiğitler vardı ki, düşmanın attığı el bombalarını patlamadan kapıp tekrar düşmanın üzerine atarlardı.
Yaşasın komutanlar hazırız emrinize
Hangi düşman dayanacak çarklanan süngümüze
Atamızdan miras kaldı bu nazlı vatan bize
Var mıdır karşı çıkacak yıldırım harbimize
“Sen madalya almadın mı?” diye soranlara: “Savaştan sonra madalya da­ğıttılar. Geri hizmette bulunan bir askere madalya vermemişler. Onun ağladığına dayanamadım. Çıkarttım madalyamı ona verdim. Bir se­vindi ki görecektiniz...” “Sen neden Gazilikten maaş almıyorsun? Gazilik madalyası olanlar maaş alıyorlar.” denilince: “Birkaç günlük askerliğim var, onu da paraya mı çevireyim.” demiştir
Cenabı Hakkın, kullarına rahmet ve merhametinin bir eseri olarak gönderilen, Mevlâ’mın bir askeri idi. Osmanlının son dönemlerini yaşamış ve Osmanlı askerlik terbiyesi almıştı..
26 yıllık askerlik hatıralarını anlata anlata bitiremezdi. Seferberlikte başından geçenleri anlatırken, hem kendisi ağlar hem de misafirleri ağlatırdı. İstiklâl savaşı gazisi idi. O, açlık susuzluk ve yokluğun yaşandığı çileli harp yıllarını, kahraman Mehmetçiğin kahramanlıklarını gelecek nesillere aktaran canlı bir şahitti.
Çölde bir Mehmetcik:
Ladikli Hacı Ahmed Ağa, seferberlikde cepheye gitti. Pınar, Losfaki, Çatalca, Vokestin, Dökme Meydan Muharebelerine katılarak kahramanca çarpıştı. Daha sonra; Makedonya'da, Yunanistan, Arnavutluk ve Bulgaristan'da çeşitli cephelere katılan Ahmed Ağa, cepheden cepheye koştu.
Hacı Ahmed Ağa anlatıyor:
"-Şimdiki yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harp ederken mensup olduğum birlik İngilizler'ce pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makinalı tüfeklerle taranıp bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime düşerek şehid oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumların üzerinde, son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftan da yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla'ma yönelmiş, O'na kavuşma anımı bekliyordum. Bulunduğumuz mevki; Esas birliğimize üç günlük yol, bu arada hiçbir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı. Tam bu sıralarda; Nihayetsiz kerem sahibinin Kudret ve Vefa eli bize erişti...
Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan kavrulan bedenim al kanlar içinde mecalsiz, yaralarım sızlarken, Güneş’in vurduğu yerden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında, ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım.
Atlı bize yaklaştı ve bana;
-Esselamüaleyküm..! Ahmet ne oldu yaralandın mı? Kalk bakalım!
Diyerek ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım.
-Kalkmaya mecalim yok dedim.
Attan inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehid arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum.
-Sana su vereyim mi? Deyip, su dolu bir matara verdi.
Susuzluktan yanan bağrıma, o Vefa elinin verdiği; hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu içtim... kana kana!
Mubarek Zat; Ellerini sızlayan yaralar üzerinde gezdirirken, sızılarım duruyor taze hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir aleme götürdü.
Bana ne oldu ise; Rahman’ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu.!
Sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargaha götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman geldiğimizi bilemedim. Karargahın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman beni getiren bu Zat’a..:
-Efendim sizi bir daha görecek miyim? dedim.
Mubarek Zat bana..:
-Ahmet Ağa; Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz... dedi ve ilave etti..:
-Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün, dersin.
Hadiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle..! dedi ve kayboldu.
Askerler bir sedyeyle gelip beni aldılar. Beni götürürlerken parola soruyorlardı; fakat ben cevap veremiyordum. Birliğimi söyledim bana inanmadılar..:
-O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin söylediğin birlik buraya üç günlük yol. Nasıl geldin? Sen yalan söylüyorsun! dediler.
Ben de:
-Siz beni nöbetçi subayına götürün dedim. Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler.
Nöbetçi subayı, ehli hal, aşık bir kimseymiş. Ben nöbetçi subayına; Birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran Adam’ın gelişini ve durumunu anlatırken subay heyecanlanıyordu, kendisine...
-Beni kurtaran kimsenin size selamı var! deyince
Subay hemen altındaki sandalyeyi bana verdi, bana hürmet etmeye başladı ve
-Nasıl oldu, bir daha anlat!
Diyerek üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişinde heyecanı daha da artıyordu. Hemen beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor işin farkına varmış, bana inanmayanlara:
-Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde böyle bir koku duydunuz mu? Şu hastanın kokusuna bakın, mis gibi kokuyor dedi.
Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde, Hocam bir iki defa ve bana:
-Ahmed, terhis olup memleketine gittiğinde, ben yine gelip seni bulacağım, merak etme dedi, gitti.
Elhamdulillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiller, artık memleketim olan Ladik’e gelmiştim.
İşte Hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi beni günden güne benim sinemi yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi de kimseye anlatamıyordum.
Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmez bir halde iken, Aşk’ın galebesi ile dağlara çıkıp gittim.
Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir de baktım ki, onbir tane kurt arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli idi. Korkup olduğum yerde durdum, onlar da durdular.
-Yaa Rab! Sen muhafaza eyle.! Diyerek, Rabbıma niyaz ettim.
Hayvanlar ağızlarını kaldırarak hep birden öyle bir uludular ki; Vücudumun bütün kılları, adeta elbisemden dışarı çıkmıştı. Tam o sırada, semadan kurtların üzerine beyaz, koyun kuyruğu şeklinde birşey indi. Hemen kapışıp yediler ve birazını bırakıp gittiler.
Onlar gittikten sonra, o şeyin düştüğü yere varıp;
Acaba bir parça kalmış mı? Diye bakarken ufacık bir parça buldum. Hakikaten kuyruk şeklinde beyaz ve yumuşak bir şeydi. Bu parçayı aldım yedim. Günlerce açlık hissetmedim!..
İşte böyle günler aylar geçiyor. Hep gözlerim yolları gözlüyor. O’nu bekliyorum; çünkü;
-Geleceğim... demişti.
Gönlümdeki yangın ateşi arttıkça, lisanım gönlümdeki feryadı dışarıya döküyordu...
Tam oniki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah, Hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.
İşte o günden sonra, hemen hemen hergün uğrar, lüzum eden ders ve malümatı verirdi. Zaman geldi artık beni alır, kendisi ile beraber manevi toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zaman, manevi telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım. Daima böyle saatinden önce vardığım için de, üstadım beni çok sever memnun olurdu . " ..
Günün Diğer Haberleri